Bir bireyin sadakatini devletin ideolojik çizgilerine, ailesinin veya toplumunun değerlerine dayanarak tanımlamak, modern dünyada giderek daha karmaşık bir hâl alıyor. Artık kimlik, sadece doğuştan gelen veya kültürel olarak yerleşik bir aidiyet üzerinden değil, kişisel tercihler, deneyimler ve dijital etkileşimler aracılığıyla şekilleniyor. Birçok genç, toplum ve devletle olan bağlarını sorgularken, kimliklerini yalnızca biyolojik bağlar ya da geleneksel anlatılarla sınırlı tutmuyor. Bu, dünya genelinde giderek daha yaygınlaşan bir olgu; özellikle Batı toplumlarında, geleneksel aile değerleri, milliyetçilik ve devlet sadakati kavramları büyük bir erozyona uğramaktadır.
CIA mensubu bir ailenin bireyi olarak yetişen bir genç, genellikle devletin ve onun değerlerinin savunucusu olmaya programlanmış olur. Ancak, günümüzde artan şekilde bireyler, bu programlamayı reddedip daha radikal ve karşıt bir kimlik arayışına girebilmektedir. 21 yaşındaki Michael Alexander Gloss, 2024 yılının 4 Nisan'ında Ukrayna'nın doğusunda, Soledar yakınlarında Rus ordusunun saflarında savaşırken hayatını kaybetti. Gloss, CIA Başkan Yardımcısı Juliane Gallina'nın oğluydu. Ailesi, ölümünü Rus hükümetinden öğrendi. Gloss'un Rusya'ya katılımı, Eylül 2023'te Moskova'da sözleşmeli askerlik için kayıt yaptırmasıyla başladı. Ardından, Rusya'nın 137. Hava İndirme Alayı'na katıldı ve Soledar'daki çatışmalara katıldı. Gloss, çevrecilik ve sosyal adalet gibi konularda aktifti ve Türkiye'deki deprem sonrası yardım çalışmalarına da katılmıştı. ABD'nin dış politikasına karşı duyduğu öfke ve anti-Amerikan görüşler, onun Rusya'ya yönelmesine neden oldu.
Ukrayna'da Rusya saflarında savaşan bu genç, aile ve devletin ona sunduğu kimlikten saparak, karşı ideolojilere yönelmiş ve aidiyetini tamamen farklı bir kültürel ve ideolojik yapıya bağlamıştır. Bu, kimlik ve aidiyetin giderek daha fazla kişisel ve ideolojik bir tercih meselesi hâline geldiğinin göstergesidir.
Bugünün dünyasında, devletin ideolojik yönlendirmeleri ve kontrolü, sadece ulusal sınırlarla sınırlı kalmıyor; bu sınırları aşan dijital ortamlar, devlet-dışı aktörlerin ideolojik savaşta kritik bir rol üstlenmesine zemin hazırlıyor. Telegram gibi platformlar, sadece anlık haber paylaşımının ötesinde, ideolojik savaşın merkezine dönüşmüş durumdadır. Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş, sadece sahadaki askeri çatışmalarla sınırlı değil, aynı zamanda sosyal medya ve dijital gruplarda yaşanan bir ideolojik savaşa da dönüşmüştür.
Telegram grupları, alternatif gerçeklikler inşa eden, gençleri kendi taraflarına çekmeye çalışan, farklı kimliklere ait bireylerin bir araya geldiği sanal alanlardır. Bu platformlar, özellikle Batı’daki genç kuşaklar için, devletin sunduğu kimliklerden farklı alternatifler sunmakta, Rusya gibi aktörler burada ideolojik propagandalarını geniş kitlelere ulaştırmaktadır. Yalnızca askeri değil, kültürel ve ideolojik bir “savaş” yürütülmektedir. Bu gruplarda, Batı’ya ve onun değerlerine karşı duygular besleyen gençler, kendilerini yeni bir aidiyet duygusunun içinde bulabilmektedirler.
Birçok kişi, devlete ve onun resmi anlatısına karşı duyduğu yabancılaşmayı, bu dijital gruplarda paylaşılan karşıt ideolojilerle telafi etmeye çalışır. Telegram’daki gruplar, daha önce devletle ve toplumla bağlarını zayıflatan gençlere, Rusya'nın sunduğu alternatif kimlikleri, ideolojileri ve "kahramanlık" anlatılarını kabul ettirebilecek bir araçtır. Bu, devlet dışı aktörlerin nasıl devletin ideolojik çerçevesine karşıt bir direnç oluşturarak, bireyleri kendi yanlarına çekebileceğini gösteren somut bir örnektir.
Karşıtlık Paradoksu: Kimlik, Aidiyet ve İdeolojik Çekişmeler
CIA mensubu bir üst düzey yöneticisinin oğlunun, Rusya saflarında hayatını kaybetmesi, yalnızca bir aile ve devlet yapısındaki “kimlik kayması” değil, aynı zamanda karşıt ideolojilerin birbirine zıtlaşan dinamiklerinin de bir yansımasıdır. Devlet, güvenlik ve milliyetçilik gibi temel unsurlarla örülmüş bir aidiyet duygusu, bireyler için artık yalnızca bir tercih değil, aynı zamanda bir sorgulama ve yeniden inşa sürecine dönüşmüştür. Bu süreçte, bireyler sadece mevcut yapıları sorgulamakla kalmaz; aynı zamanda devlet dışı aktörlerin ve alternatif grupların sunduğu karşıt kimliklerle özdeşleşmeye başlarlar.
İdeolojik savaşın en güçlü ve dikkat çekici yönlerinden biri, karşıtlık paradigmasının yaratılmasında yatar. Bir ideoloji, diğerinin varlığı ile anlam kazanır. Batı'nın liberalizmi, Rusya'nın milliyetçi ve otoriter söylemiyle karşı karşıyadır. Bu karşıtlık, yalnızca devletler arası bir rekabet değil, aynı zamanda bireysel kimliklerin biçimlenmesinde de önemli bir rol oynamaktadır. Rusya'nın, Batı'nın değerlerini reddeden ve alternatif kimlikler sunan propagandaları, Batı içindeki bireylerde büyük bir yankı uyandırmakta; özellikle bir kimlik krizi yaşayan gençler, bu karşıtlık üzerinden yeni bir aidiyet duygusu inşa etmektedir.
TARİHSEL BAĞLAM: SADAKATİN EVRİMİ
Modern devletin yükselişiyle birlikte birey ve devlet arasındaki ilişki, yalnızca hukuki ya da yönetsel bir bağ olmaktan çıkarak ideolojik, kültürel ve hatta kutsal bir zemine oturtulmuştur. Bu bağlamda “sadakat”, bir vatandaşlık yükümlülüğünden öte, kimliğin asli bir bileşeni hâline gelmiş; özellikle askerî ve istihbarat kurumlarında bu sadakat, mutlak bir itaat formuna bürünmüştür. 20. yüzyıl boyunca süren büyük ideolojik çatışmalar—faşizm, komünizm ve liberal demokrasi arasındaki mücadele—sadakat kavramını siyasal sistemlerin kendi meşruiyetlerini test ettikleri başlıca ölçütlerden biri hâline getirmiştir.
Soğuk Savaş döneminde bu durum daha da kristalize olmuş; bireyin bağlılığı yalnızca kendi devletine değil, aynı zamanda onun temsil ettiği ideolojik bloğa da uzanmıştır. Amerikan istihbarat teşkilatı CIA’in teşekkül ettiği 1947’den itibaren, sadakat yalnızca operasyonel bir gereklilik değil, aynı zamanda bir yaşam tarzı olarak inşa edilmiştir. CIA gibi kurumlar, kendi personel ağlarını ailevi bağlarla, kültürel kodlarla ve sınıfsal ayrıcalıklarla çevreleyerek içsel bir dayanışma ağı oluşturmuş; bu yapı, sadakati yalnızca bireysel değil, kuşaklararası bir miras hâline getirmiştir.
Ancak tarihte sadakatten sapma örnekleri de eksik olmamıştır. 1930’larda binlerce Batılı entelektüel ve işçi, kendi devletlerinin politikalarına karşı çıkarak İspanya İç Savaşı’na gönüllü olarak katılmıştır. Bu eylemler, bir yönüyle vicdani itiraz olarak okunabilirken, diğer yandan da bireyin sadakatini yeniden tanımlama çabasına işaret eder. Soğuk Savaş’ın karanlık dönemlerinde SSCB’ye kaçan Batılı istihbarat görevlileri—örneğin Cambridge Five—sadece casusluk yapmamış, aynı zamanda bağlı oldukları sınıf ve değer sistemine dair derin bir kopuşu temsil etmişlerdir. Bu figürlerin çoğu, aileleri, eğitimleri ve sosyal konumları itibariyle devlete entegre bireyler olmalarına rağmen, sadakatlerini farklı bir ideolojik merkeze yöneltmişlerdir.
Bu tarihsel örnekler, sadakatin sabit ve doğal bir refleks olmadığını, aksine dönemin siyasal atmosferi, bireyin sosyalizasyon biçimi ve toplumsal krizlerin şekillendirdiği değişken bir yapı olduğunu göstermektedir. Devletin ideolojik meşruiyet üretiminde yaşadığı her zayıflama, bireyin sadakat bağını sorgulamasına yol açmakta; bazı durumlarda ise bu bağın kopmasıyla sonuçlanmaktadır. Bu nedenle, günümüzde CIA yöneticisinin oğlunun Rusya safında savaşırken ölmesi, yalnızca bireysel bir sapma değil, aynı zamanda modern sadakat kavramının tarihsel sürekliliğinde yaşanan bir kırılmanın tezahürü olarak değerlendirilebilir.
OLAYIN PSİKOLOJİK VE SOSYOLOJİK ANALİZİ
Birey ile devlet arasındaki ilişkinin çözülmeye yüz tuttuğu çağımızda, sadakat artık doğrudan bir vatandaşlık yükümlülüğü ya da aile mirası olmaktan çıkmakta; yerine, bireyin kendi kimlik inşasında seçtiği anlatılarla şekillenen, değişken bir sadakat anlayışı geçmektedir. CIA’in üst düzey bir yöneticisinin oğlunun Ukrayna’da Rusya saflarında savaşırken hayatını kaybetmesi, yalnızca politik bir provokasyon ya da istisnai bir trajedi değildir; aynı zamanda çağımız bireyinin kimlik, aidiyet ve anlam arayışında yaşadığı sarsıntının bir tezahürüdür.
Günümüz toplumlarında bireyin politik ya da ideolojik yönelimi, artık sadece aile içinde, okulda ya da devlet kurumlarında değil; dijital ağlar, alternatif medya kanalları ve çevrimiçi topluluklar üzerinden şekillenmektedir. Kimlik, artık doğuştan verilen değil, inşa edilen ve çoğu zaman parçalı, tutarsız ve geçici nitelikler taşıyan bir yapı hâline gelmiştir. Böyle bir düzlemde yetişen birey için, aile bağları ve devlet sadakati, daha önceki kuşaklara nazaran çok daha sorgulanabilir hâle gelir. Bu anlamda, CIA mensubu bir annenin oğlu olmak, sadakat bağını otomatik biçimde kurmak için yeterli değildir; aksine, bu durum bazı bireylerde bir tür karşı kimlik üretimine dahi zemin hazırlayabilir.
Sosyolojik düzeyde bu olayı anlamlandırmak için “kuşak çatışması” ve “karşı-kültürel kimliklenme” kavramlarına başvurmak yerinde olacaktır. Özellikle Batı toplumlarında son on yılda gözlemlenen “anti-liberal” eğilimler—milliyetçiliğin, muhafazakârlığın, otoriter romantizmin ve hatta Avrasyacı tahayyüllerin yükselişi—genç bireylerde bir tür karşı-anlam üretme çabasına dönüşmektedir. Batı'nın seküler, bireyci ve liberal değerleri, bazı gençler için nihilizmle eş anlamlı hâle gelirken; bu boşluğu dolduran yeni anlatılar çoğu zaman geleneksel olmayan ama otoriter ve kolektif vurgular taşıyan ideolojik yönelimler olmaktadır. Rusya’nın, özellikle sosyal medya ve alternatif medya aracılığıyla yürüttüğü kültürel propaganda faaliyetleri bu sürece önemli katkılarda bulunmaktadır.
Psikolojik düzlemde ise bu olay, bir kimlik kopuşu ya da bireyin öz-anlam arayışında yaşadığı travmatik sapmalar bağlamında ele alınabilir. Devletin temsil ettiği ideolojinin içinden gelen bir bireyin, düşman kampı olarak tanımlanan başka bir yapıya sadakat göstermesi, yalnızca politik bir karar değil; aynı zamanda bir tür “negatif bağlılık” (negative attachment) biçimi olabilir. Yani birey, kendisine atfedilen kimliği radikal bir biçimde reddederek, o kimliğin tam karşıtında konumlanan bir yapıya yönelerek anlam arar. Bu tür durumlarda sadakat, sevgiyle değil, öfke ve yabancılaşmayla kodlanmış bir aidiyet biçimine dönüşür.
JEOPOLİTİK VE İSTİHBARAT AÇISINDAN DEĞERLENDİRME
İstihbarat örgütleri, yalnızca bilgi toplayan veya operasyon yürüten yapılar değil; aynı zamanda devlet aklının sürekliliğini sağlayan, sadakat ve bağlılık üzerinden inşa edilmiş kurumsal hafıza merkezleridir. Bu kurumlarda görev alan bireyler, hem kurumsal kültürün hem de ulusal ideolojinin taşıyıcısı olarak görülür. Bu nedenle, CIA gibi bir yapının üst düzey yöneticisinin oğlunun, düşman kampı olarak görülen Rusya için savaşırken ölmesi, sadece ailevi bir trajedi değil; aynı zamanda Batı’nın kendi iç istikrarı, kurumsal bütünlüğü ve ideolojik tutarlılığı açısından bir alarm zili niteliğindedir.
İstihbarat dünyasında sadakat, diğer toplumsal alanlara nazaran çok daha merkezi bir kavramdır. Yalnızca devlete değil, kurumun iç hiyerarşisine, hafızasına ve ritüellerine de bağlılık gerektirir. Bu nedenle, istihbaratçının ailesi de çoğu zaman bu ideolojik yapı içinde düşünülür. Kurumsal sadakat, kuşaklar boyu aktarılan bir kimlik ve görev duygusuna dönüşür. Bu zincirin kopması, yani kurumun içinden gelen bir figürün doğrudan karşı bloğa yönelmesi, yalnızca bireysel bir çözülme değil; aynı zamanda ideolojik yapıların artık bireyleri bağlamada yetersiz kaldığını gösteren sistemsel bir çatlamadır.
Bu bağlamda, söz konusu vakayı yalnızca bir "yabancı savaşçı" örneği olarak değerlendirmek eksik olur. Çünkü burada savaşmaya giden birey, herhangi bir Batılı genç değil; sistemin içinden, devletin kalbinden gelen bir figürdür. Bu durum, yalnızca ideolojik bir sapma değil; aynı zamanda istihbaratın güvenlik çerçevesinde değerlendirmesi gereken bir "açık kaynaklı tehdit" olarak yorumlanabilir. Zira Batı’nın içindeki kırılganlıkları manipüle eden Rusya, yalnızca sınırlarını değil, Batılı bireylerin benliğini de hedef alan bir strateji izlemektedir. Bu, klasik casusluk faaliyetlerinin ötesine geçen, postmodern bir "algı istihbaratı" sürecidir.
Dahası, bu olay NATO ve ABD'nin karşı karşıya olduğu yeni güvenlik paradigmalarına da işaret eder. Geleneksel devlet tehditlerinin yerini, içeriden gelen kimlik krizleri, kültürel sapmalar ve sadakat kopuşları alırken, istihbarat teşkilatları artık yalnızca dış tehditlerle değil, kendi kurumlarının sosyal ve kültürel dokusunu korumakla da yükümlüdür. Dolayısıyla, bu olay aynı zamanda yeni nesil güvenlik stratejileri içinde “ideolojik sızıntı”nın da hesaba katılması gerektiğini göstermektedir.