Eğitimci Yazar Ahmet Türkben'in Haber7 için kaleme aldığı, "Eğitimin amacı: Akl-ı Selim, kalb-i selim ve zevk-i selim sahibi insan" başlıklı yazısı şöyle:
İnsan, yalnızca etten ve kemikten ibaret bir varlık değildir; o, aynı zamanda düşünen bir akla, hisseden bir kalbe ve yön veren bir iradeye sahiptir. Yaratılışındaki bu çok katmanlı yapı, onun gelişimini de çok boyutlu kılar. Bu sebeple insanın olgunlaşması yalnızca bilgiyle değil; aynı zamanda arınmayla, ahlâkla ve zarafetle gerçekleşir.
Zihnî gelişim, kalbî derinlik ve ahlâkî zarafet, insanı kemale taşıyan üç ana sütundur. Bu üçlü yapı; bilgiden marifete, arınmadan irfana, edep yoluyla zarafete uzanan bir yürüyüşü ifade eder. Her aşama, bir öncekinin üzerine kuruludur ve insana “iyi” olmanın, “güzel” yaşamanın ve “hikmetli” düşünmenin yollarını öğretir.
Bu bütüncül inşa modelini, Rabbimizin şu ayeti veciz şekilde özetlemektedir:“Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındırıp tezkiye eden, Kitab’ı ve hikmeti ta’lîm edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resul gönderdik.” (Bakara, 151)
İşte bu metin; insanın, aklını selîm kılma, kalbini arındırma ve zevkini inceltme sürecini üç ana başlık altında ele almaktadır:
İlimden Marifete Akl-ı Selîm
Tezkiyeden İrfana Kalb-i Selîm
Te’dibden Zarafete Zevk-i Selîm
Her bir başlık, insanın iç dünyasında bir kapı aralar ve bu kapılar açıldıkça insan kendi hakikatine bir adım daha yaklaşır
İLİMDEN MARİFETE AKL-I SELÎM
Bizim medeniyetimiz, insanı ruh, beden, akıl ve kalpten yaratılmış çok yönlü bir varlık olarak görür; ilmi ise insana bütüncül yaklaşarak ihya eden bir yolculuk olarak tanımlar. Bu yolculuk yalnızca zihni değil, kalbi de inşa eder, ahlakı yoğurur, hikmeti yeşertir, insanı kemale erdirir; çünkü hakikat, sadece bilmekle değil, hissedip yaşamakla idrak edilir.
İnsanın ilk gelişim durağı, ilme dayalı zihin inşasıdır. Bu durak; varlığı tanımanın, hakikati aramanın ve aklı terbiye etmenin başlangıcıdır. Ta’lîm (doğrudan öğretim) ve tedrîs (müfredata dayalı ders alma/verme) yoluyla insan, neyin doğru neyin yanlış olduğu bilgisine sahip olur; ancak her bilgi “ilim” değildir; her ilim de doğrudan hikmete dönüşmez. Peygamberimizin gönderiliş gayesi, sadece Kitab’ı öğretmek değil; onu hikmetle yoğurup kalplerde anlamlı hâle getirmektir. Bu sebeple bilgi, marifete dönüşmediği sürece insanı dönüştürmez.
Akl-ı selîm, malumatın yanı sıra marifetle beslenen, hikmetle şekillenen bir idrakin ürünüdür. Marifet, sadece bilmek değil; bilinenin ne zaman, nasıl ve hangi maksatla kullanılacağını bilmektir. Bu da bilginin özümsenmesi, tefekkürle yoğrulması ve iradeye rehberlik edecek şekilde hikmete dönüşmesiyle mümkündür.
MALUMATLA MARİFET ARASINDAKİ İNCE FARK
İlim, sadece malumat edinmek değil; düzenli, sistemli ve akla dayalı bilgi üretme sürecidir. Malumat, bilginin ham hâlidir: Çoğu zaman ölçülür, zihni doldurur ama kalbi her zaman nurlandırmaz. Marifet ise, bu malumatın şuura erişmiş ve davranışta karşılık bulmuş hâlidir. Malumat gözle ve kulakla öğrenilir; marifet ise kalple hissedilir, akılla değerlendirilir, vicdanla tartılır. Marifet, ilmin ruhudur; hayatla buluşan, anlam kazanan ve davranışta karşılık bulan boyutudur.
Bu sürecin sonunda şekillenen akl-ı selîm; hakikate sadık kalan, ölçülü düşünen ve bilgiye karşı sorumluluk hisseden bir idrakin adıdır. Ta’lîmle uyanan zihin, tedrîsle olgunlaşır; malumatı marifete dönüştüren derin kavrayışla akl-ı selîme ulaşır.
Her şeyden biraz bilen, hakikatin derinliğine inmeyen ve kendini bilgili gösterme çabası içinde olan tavra malumatfuruşluk denir. Bu tutum, pek çok konuda yüzeysel bilgi sahibi olmayı meziyet sayar; her meselede söze karışır ama o sözlerde hikmet değil, gösteriş vardır; oysaki marifet, bilgiyi idrakle, edeple ve ahlâkla bütünleştirmeyi gerektirir.Marifet, sadece bilmek değil; bildiğini yaşamak, yaşadıkça olgunlaşmak ve başkasına fayda sunabilmektir. Lafzı çoğaltmakla değil, özü beslemekle ilgilidir. Gösterişe yaslanmaz, tevazudan beslenir; çünkü marifet, kalpte yeşeren ve ahlâkla kemale eren bir ilimdir.
ZEKÂ YETMEZ, AKIL GEREKTİRİR
Fıkıh ilmi tarif edilirken şu ifade kullanılır: “Kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir.” Bu kısa ama anlamlı tarif, sadece hukuki bir tanımlama olmanın yanı sıra bilginin marifete dönüşmesini ve insanın kendi varoluşuyla yüzleşmesini içeren bir anlayışı temsil eder; çünkü insanın lehine olanı bilmesi yetmez, aleyhine olanı da fark edebilmesi gerekir. İşte bu farkındalık, kuru bilgiden öteye geçerek marifet hâline gelir. Marifet, bilginin hayata dokunması, kişinin hem kendini hem Rabbini tanımasıdır.
Bu noktada zekâ ile akıl arasındaki fark da aynı çerçevede anlaşılmalıdır. Zekâ, hızlı kavrama, çözüm üretme, pratiklik gibi yetilerle ilgilidir. Parlak bir zekâ, bilgiyi kolay edinir, karmaşık meseleleri hızla çözer; ancak her zeki insan akıllı değildir. Zekâ, zihni işler; akıl ise yön tayin eder. Zekâ kısa mesafeleri hızla aşar ama nereye gittiğini akıl belirler. Nitekim nice zeki insan vardır ki zekâlarıyla sistemler kurmuş, veriler yığmış, akıl almaz buluşlara imza atmışlardır ve fakat kendi nefsini yönetememiş, hakkı ve batılı ayırt edememiş, kendisine ve topluma zarar vermekten kurtulamamıştır.
Öte yandan, çok zeki sayılmayan ama aklıyla doğru yolu bulan insanlar da vardır.Belki karmaşık formüller çözemez, büyük iddialar dile getirmezler; ama hayatlarını dengeyle sürdürür, hakikati arar, kalp terazisini şaşırtmadan doğru yolda ilerlerler. Akıl, insana istikamet kazandırır; hakkı gözetir, edebi muhafaza eder. Zekâ keskin bir aletse, akıl onu hangi işte kullanacağını bilen ustalıktır. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerîm’de “akletmek”, üstün ve sorumluluk yükleyen bir fiil olarak zikredilir; zekâdan değil, akıldan hesaba çekilir insan.
Gerçek marifet ehli hem aklını hem de kalbini birlikte kullanan insandır. Fıkıh bu bağlamda kuru bir kanun bilgisi değil; insanın lehine ve aleyhine olanı ayırt edecek basiretli bir fark ediştir. İşte bu da bizi o temel soruya götürür: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer,9)
BİLGİDEN HİKMETE: AKL-I SELÎMİN İNŞASI
Müfredatta Bilgiyi Hikmetle Buluşturmak
Bilgi, kuru bir ezberin ötesine geçmediğinde zihni beslemez, kalbi harekete geçirmez; oysa akl-ı selîm, sadece bilgiyle değil; hikmetle, tefekkürle ve derin kavrayışla inşa edilir. Bu bağlamda: Müfredat, yalnızca sınav odaklı bir bilgi aktarımı olmamalı; insanın anlam arayışına temas eden, hayatla bağ kuran bilgi merkeze alınmalıdır.
Fen ve sosyal bilimler derslerinde hikmet pencereleri açılmalıdır: “Bu bilgi neye hizmet eder? Hayatla nasıl bütünleşir?” gibi sorularla öğrencinin zihninde fikir yolları inşa edilmelidir.
Öğrencilere, bilginin sadece nicelik değil, aynı zamanda nitelik, değer ve anlam taşıdığı gösterilmelidir.
Akl-ı selîm, sadece düşüncede doğruluk değil, ahlâkî istikamettir. Bu sebeple bilgiyle birlikte kimi zaman örtük kimi zaman bilinçli ve doğrudan irfan eğitimi verilmelidir.
Öğretmen, sadece bilgi aktaran değil, hikmetli düşünen ve hâliyle rehberlik yapan bir örneklik sergilemelidir; zira öğrenciler bilgiden çok, duruşa ve tarza dikkat eder; kulaklarıyla duyduklarından çok gözleriyle gördüklerinden etkilenir.Disiplinler arası yaklaşımla, matematikte düzen, fizikte kudret, biyolojide hayret, tarihte adalet, coğrafyada nizam fikri üzerinde durularak Esma-i Hüsna perspektifiyle tefekküre alan açılabilir.
Eğitim süreci, aklı bilgiyle kuşatan, kalbi merhametle yoğuran, iradeyi sorumlulukla güçlendiren bir bütün olarak kurgulanmalıdır.
Zihinleri bilgiyle, kalpleri irfanla besleyen eğitim; akl-ı selîmin mayasıyla yoğrulan bir yolculuktur.Ta’lîm ve Tedrîsi Aşan Öğrenme Ortamları
Eğitim, sınıfın duvarlarını aşan bir yolculuktur. Ta’lîm ve tedrîs önemli aşamalardır; ancak asıl hedef, şahsiyet inşasıdır.
Bu inşada öğretmenin rolü büyüktür. Öğretmen, sadece bilgi veren değil; anlam inşa eden, yol gösteren bir “hikmet rehberi” olmalıdır.
Öğrencilerin araştırma, kıyas yapma, analiz etme ve yeni fikirler üretme becerilerini geliştirmek için etkin yöntemler kullanılmalıdır: Vaka analizleri, kavram haritaları, yorum merkezli yazma çalışmaları gibi yöntemler, bu anlam arayışını besler.
Öğrenme ortamları, yalnızca öğretim değil, aynı zamanda tefekkür ve muhasebe alanı olarak tasarlanmalıdır; çünkü eğitim dediğimiz süreç, öğrencinin sadece zihnini değil, kişiliğini ve vicdanını da inşa etme çabasıdır. Bu inşa süreci yalnızca ders saatleriyle sınırlı değildir; gerçek öğretmenlik, sınıfın duvarlarını aşarak koridorlara, bahçelere, okul dışına ve hayatın bütün alanlarına taşan bir rehberliktir.Bu anlayışı en veciz şekilde ifade edenlerden biri de Nurettin Topçu’dur. O: “Dünyada hiçbir fetih, kaderin sırrına vakıf olanlar için, sınıf kapısını açmak kadar şerefli değildir. Mektep koridorları gerçek fetihlerin yeridir.” diyerek ilmin, düşüncenin, ahlâkın mekânı olarak okulu, bir irfan ocağı ve bir insan mektebi olarak tanımlar.
Bilgiyi Hayatla Buluşturmak
Bilgi, hayata dokunmuyorsa eksiktir; çünkü bilgi, yalnızca zihnî birikim olarak değil, hayatla irtibat kuran bir bilinç olarak görülmelidir. Bu bağlamda, öğrencilere sunulan bilgi günlük hayatla ilişkilendirilmeli, davranışa dönüşebilecek bir anlam taşımalıdır.Öğrenciye yalnızca ne olduğunu değil, niçin ve nasıl olduğunu düşündürebilen bilgi, hikmete ulaşır.
Bir biyoloji konusu, hayatın mucizevî yapısını ve her canlının eşsizliğini; bir matematik denklemi, varlıkta saklı olan ölçü ve hikmeti; bir fizik yasası, kâinattaki düzen ve intizamı; bir tarih bilgisi, medeniyet bilincini; bir coğrafya haritası, Allah’ın yeryüzüne serdiği ayetleri ve insanlığın yeryüzündeki yolculuğunu; bir edebiyat metni, ruhun derinliklerini ve insanın hakikate açılan kapılarını; bir sanat eseri, estetikte saklı olan ilahi zarafeti ve mananın biçimle buluşmasını çağrıştırmalıdır.
Bilgi, “malumat” düzeyinde kalmamalı; kavramsal derinlik, kavrayış ve nihayetinde marifet boyutuna ulaşmalıdır.
Bu yönelimin temelinde, “marifet” kavramının okul kültürüne yerleşmesi büyük önem taşır; zira marifet, sadece bilmek değil; bilgiyi tanımak, anlamak, içselleştirmek ve yaşamaktır.
TEZKİYEDEN İRFANA KALB-İ SELÎM
Zihin ilimle aydınlanır; fakat insanın bütünlüğü, sadece aklî inşayla tamamlanmaz. Bilginin davranışa dönüşmesi, aklın kalple bağ kurmasıyla mümkündür. Bu noktada devreye tezkiye (arınma, nefsin temizlenmesi) ve terbiye (olgunlaşma, ruhî ve ahlâkî kemal) girer. Kalp eğitilmeden, nefis temizlenmeden hakikat yerleşmez.
Kur’an-ı Kerim’de bu gerçek, Peygamberimizin gönderiliş gayesi anlatılırken özellikle vurgulanır:
“…Sizi kötülüklerden arındırıp tezkiye eden…” (Bakara, 151)
Kalbin ihyası ancak tezkiye ile mümkündür. Yanı sıra bu süreçte merhamet, eğitim ilişkilerinin ve terbiyenin merkezinde yer almalıdır. Başka bir ayet-i kerimede anne babaya karşı yapılması emredilen vefa yüklü bir dua öğretilir:
“Ey Rabbim! Onların beni küçükten terbiye edip yetiştirdikleri gibi, sen de onlara merhamet et.” (İsrâ, 24)
Hem aile içi terbiye hem de eğitim sürecine yön veren şefkat merkezli bir yaklaşım o kadar önemlidir ki kalb-i selîm, işte böyle bir yaklaşımın, böyle bir nezaketin neticesidir. Kalp arınmadan, edep yerleşmeden irfana ulaşılamaz.
İrfan, bilginin kalpte mayalanması, ahlaka dönüşmesi ve hayata yansımasıdır. Tezkiye ile nefsin kirlerinden arınan kalp, terbiye ile güzelleşir; kötülüklerden sakınmayı, iyiliğe meyletmeyi öğrenir. Bu süreç, insanı sadece hassas değil, manevi derinliği olan ve basiret sahibi biri hâline getirir. Bu basiret, Cenab-ı Hakk’a yakınlık, şuurlu bir farkındalıktır; çünkü irfan, sadece bilmek değil; bildiğini hissetmek, yaşamak ve onunla var oluşu anlamlandırmaktır.
Sanma Ey Hace Ki Senden Zer ü Sîm İsterler…
Kur’ân-ı Kerîm’de kalb-i selîm iki yerde geçer. Biri, Hz. İbrahim’in Rabbine sunduğu arı duru iman dolu bir gönül; şirkten, kin ve kibirden arınmış bir teslimiyetin timsali:
“İbrahim, Rabbine selîm bir kalple geldi.” (Saffât, 84)
O, bir peygamber olmakla birlikte insanî vasıflarıyla da örnekti; halîm (yumuşak huylu), evvâh (içli, çokça Allah’a yönelen), munîb (her an Rabbine dönen), sıddîk (dosdoğru) ve hanîf (yalnızca Allah’a yönelen) bir önderdi. Rabbine boyun eğmiş, milletlere örnek olmuş bir Üsve-i Hasene. “Şüphesiz, İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır.” (Mümtehine, 4) ayeti onun da Peygamberimiz gibi kıyamete kadar tüm inanmış gönüllere örnek olacağını bildirmiştir.
Başka bir yerde kalb-i selîm, kıyamet gününün büyük gerçeğine işaret eder ve uyarır:
“O gün ne mal fayda verir ne de evlât; ancak Allah’a selîm bir kalple gelen müstesnâdır.” (Şuarâ, 88-89)
İşte bundandır ki şair şöyle seslenir:
“Sanma ey hace ki senden zer ü sîm isterler.
Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler.”
Sanma ey hoca ki senden altın ve gümüş isterler; hiçbir şeyin fayda vermeyeceği o günde, istenen ancak selîm bir kalp olacak; zira kurtuluşun tartısı ne servet, ne soy; yalnızca tertemiz bir gönüldür, Hz. İbrahim’in (a.s) kalbi gibi, Hz. Muhammed ‘in (s.a.s) kalbi gibi…Kalb-i selîm, bu uzun ve sabırlı yürüyüşün sonucudur. Arınmış, durulmuş, dünya kirlerinden sıyrılmış bir kalptir bu. İçinde kin değil merhamet, bencillik değil diğerkâmlık barındırır. Kalb-i selîm, nefsin arzularına değil, hakikatin sesine kulak verir. O artık yalnızca bir duygu merkezi değil, bir irfan menbaıdır.
Tezkiyeden geçen, terbiyeyle olgunlaşan insan, irfanla tanışır. Bu tanışıklıkla hem kendini hem Rabbini daha yakından tanır ve işte bu tanıma sonucunda kalbi saflaşır, yumuşar ve sekinet halinde olur. Kalb-i selîm, işte bu hâlin adıdır: Arınmış, sükûnet bulmuş ve Hakk’a yönelmiş bir kalp.
EĞİTİMDE TEZKİYE VE İRFAN BOYUTU: KALB-İ SELÎMİN İNŞASIDeğerler Eğitimi Değil, İrfan Eğitimi
Eğitim yalnızca bilgi aktarımı değil; aynı zamanda gönül terbiyesi işidir. Kalb-i selîm, iyiyle kötüyü ayırt eden, iç dünyası arınmış, yönünü bulmuş fertlerin vasfıdır. Bu da ancak irfana dayalı bir eğitimle mümkündür:
Kalbe dokunan bir eğitim, kuralların soğukluğuyla değil; muhabbetin sıcaklığıyla inşa edilir.
Değerler, öğrenciye “öğretilen” kavramlar olarak değil, yaşanılan, hissedilen ve öğretmenin halinden yansıyan örnekliklerle kazandırılmalıdır.
İrfan eğitimi, öğrencinin sadece aklını değil, kalbini ve vicdanını da muhatap alan bir anlayışı gerektirir. Bu ise ancak öğretmenin gönül diliyle konuşması, hâl ve duruşuyla örnek olması ile mümkündür; çünkü irfan, dille değil, hâl ile aktarılır; ezberle değil, gönülde kök salar.Bir öğrencinin hatırında kalan en kalıcı ders, çoğu zaman söylenenler değil, gönlüne dokunan ve iz bırakan davranışlardır.Sınıf Ortamında Gönül İklimi Kurmak
Bir sınıf, yalnızca ders anlatılan dört duvardan ibaret değildir. Gerçek bir eğitim ortamı, bilgiden önce gönüllerin temas ettiği bir iklimdir.
Gönül iklimi, öğretmen-öğrenci ilişkisini resmiyetin ötesine taşıyan, samimi bir güven ve değer temeli üzerine inşa edilmelidir. Bu iklimin inşası için: Öğrencinin kendini kıymetli ve güvende hissettiği bir atmosfer oluşturulmalıdır.
Hatalar karşısında yargılayıcı değil, onarıcı bir yaklaşım sergilenmeli; öğrencinin yeniden başlayabileceği, gelişebileceği alanlar açılmalıdır.
Sınıf yönetiminin düsturu şu anlayış olabilir: “Eğitim, sadece zihinlere değil; kalplere de ulaşma sanatıdır.” Bu yaklaşım, yalnızca kuralları uygulamayı değil, her öğrenciyi özel ve değerli görmeyi, onun duygularına, ihtiyaçlarına ve istidadına temas edebilmeyi gerektirir. Böyle bir ortamda disiplin, korkuyla değil; güvenle ve karşılıklı anlayışla tesis edilir. Öğretmenin sesi kadar, bakışı; bilgisi kadar, tutumu da öğrencinin iç dünyasında iz bırakır; zira öğrencinin kalbine dokunamayan bir eğitim, zihninde de kalıcı olamaz.
Tezkiyeye Alan Açmak
Kalb-i selîm, dıştan içe değil; içten dışa doğru olgunlaşan bir kemâl yolculuğudur.Bu inşada, öğrencinin kendi iç dünyasına yönelmesi esastır. Bu bağlamda eğitim ortamlarında; sessizlik saatleri, içe dönük etkinlikler, anlamlı sohbetler, dua vakitleri gibi uygulamalarla öğrencinin tefekkür etmesi teşvik edilmelidir.
Modern pedagojinin çoğu zaman ihmal ettiği bazı kadim hâller, yeniden hatırlanmalıdır:
Susmak, düşünmek, şükretmek…Susmak, düşüncenin filizlendiği sessizlik; düşünmek, idrakin ve farkındalığın tohumu, şükretmek, kalbin genişlemesi, nimeti fark etme hâlidir. Pedagojik bir yöntem olmaktan ziyade bir hayat terbiyesi olan bu hâller; eğitimde merkezî bir yer tuttuğunda sadece akademik başarı değil, erdemli insan inşa edilir. Eğitim, zihinleri, kalpleri ve karakteri yoğurmalıdır. Bilgiye hükmetmekten önce kendine hâkim olmayı öğretmeyen bir sistem, bilgi karşısında insanı özne değil nesne ve araç haline getirir.
Bu hâller, günlük eğitim akışının tabii bir parçası olarak yapılandırılmalıdır. Bir iç yürüyüş bağlamında değerlendirilecek bu hâller; sessizliğin öğrettiği, tefekkürün derinleştirdiği, farkındalığın aydınlattığı bir yolculuktur.
TE’DİBDEN ZARAFETE ZEVK-İ SELÎM
Bilgiyle yoğrulan bir zihin ve irfanla yumuşayan bir kalpten sonra, insanın kemâl yolculuğu henüz tamamlanmış değildir; çünkü hakikat yalnızca bilinmekle, hissedilmekle değil, yaşanmak ve görünmekle tam anlamını bulur. Marifet, tutum ve davranışta tecelli etmedikçe eksik kalır. İşte bu noktada devreye giren, te’dib (edep ve ölçü kazandırma) ve tehzîb (incelikle olgunlaşma)dir.
Te’dib, insanın davranışlarını edeple şekillendirmesi; tehzîb, bu edebi zarafetle taçlandırmasıdır.
Peygamber Efendimizin bu husustaki beyanı, eğitim anlayışına temel olmalıdır: “Beni Rabbim edeplendirdi (te’dib etti) ve bunu ne güzel yaptı.”
Edep, yalnızca görgü kurallarıyla değil, ilahi terbiyeyle kazanılır. Zevk-i selîm, böyle bir edep terbiyesinin zarafetle harmanlanmasıyla oluşur; davranışlarda incelik, kararlarda ölçü, iletişimde nezaket varsa orada zevk-i selîm inşa edilmiş demektir.
Zihni bilgiyle, kalbi erdemle donanmış bir insanın bu donanımı dış dünyaya yansıtırken incelikli, zarif ve ölçülü olması beklenir; zira hakikatin dili sadece sözle değil, aynı zamanda hâl, tavır ve üslup ile konuşur.
Zarafet, kaba olanı inceltir, karmaşık olanı sadeleştirir, sert olanı yumuşatır. İhsan bilinciyle hareket eden insan, her işini en güzel şekilde yapmaya gayret eder. Zevk-i selîm ise, bu güzellik ve zarafet anlayışının içselleşmiş hâlidir. O, sadece estetik beğeni değil; aynı zamanda ahlâkî bir inceliktir. Ne zaman, nerede, nasıl davranacağını bilen, güzeli çirkinden, nezâketi hoyratlıktan ayıran bir idrakin adıdır.
Zevk-i selîm, insanın hem kendine hem çevresine karşı nazik, ölçülü ve duyarlı davranma hâlidir. Böylesi bir insan, artık güzeli inşa eden, iyiliği zarafetle sunan bir şahsiyettir.
Onun hâlinde; sadelik şıklıkla, tevazu asaletle, edep ise letafetle buluşur. O artık sadece hakikati bilen ve hisseden değil, zarafetle temsil eden bir insandır.
TE’DİB VE ZARAFET EĞİTİMİ: ZEVK-İ SELÎMİN İNŞASI
Davranışlarda Estetik ve Ahlâkın Buluşması
Zevk-i selîm, sadece güzeli seçme yetisi değil, ahlâkla bütünleşmiş bir estetik duyarlılıktır.Eğitim, bu duyarlılığı davranışlara yansıtan bir iklim sunmalıdır.
Disiplin anlayışı, yalnızca kurallara uymak ya da ceza vermek değil; edep kazandırma ve iç disiplini inşa etme süreci olarak ele alınmalıdır.
Nezaket, özür dilemek, teşekkür etmek gibi zarif davranışlar; yalnızca görgü kuralı değil, kişiliğin tezahürleri olarak eğitimin merkezinde yer almalıdır.
Eğitim, öğrenciyi yalnızca “başarılı” değil; zarif, nazik, ölçülü ve dikkatli bir şahsiyet olarak hayata hazırlamalıdır; çünkü ahlâk ile estetik birleştiğinde bilgiyle donanmış, güzellikle yaşayan, edep ile süslenmiş bir insan çıkar.
Sanatın ve Estetiğin Eğitime Dahil Edilmesi
Zevk-i selîm, ruhu incelten her şeyle beslenir. Sanat ve estetik, yalnızca bir etkinlik değil, gönül terbiyesinin incelikli yollarıdır. Bu anlayışla; görsel sanatlar, musiki, hat sanatı, mimari, öğrencinin ruh dünyasını zenginleştiren, iç âlemini dengeleyen eğitim alanları olarak görülmelidir.
Sanat, yalnızca bir dersin konusu değil; her dersin kendi zarafetini içinde taşıyan bir form ile sunulabilir; tarih dersi, mimari yapılar, hat sanatı ve şehir estetiği üzerinden zarafetle; edebi bir metin, musikiyle harmanlanmış bir gönül terbiyesiyle; matematik dersi, sayıların uyumu ve simetri estetiğiyle; fen dersi, kainattaki düzenin, ritmin ve renklerin hayranlık uyandıran tasarımıyla; din kültürü dersi, tilavetin ahengi, dua dilinin inceliği ve manevî hürmet duygusuyla; beden eğitimi dersi, ölçülü duruş, nezaketli rekabet ve bedensel zarafetin terbiyesiyle işlenebilir.
Öğretmen Zarafet Elçisidir
Zevk-i selîm, doğrudan öğretilen bir bilgi değil; hâl ile sirayet eden bir zarafet dilidir. Bu aktarımın öncüsü ise şüphesiz öğretmenlerdir.
Öğretmen; nazik konuşması, dikkatli beden dili, ölçülü mimikleri, halim-selim tavırlarıyla zarafetin canlı temsilcisi olmalıdır.
Her davranışıyla öğrencisine şunu fısıldamalıdır: “Güzel olan, doğru olmalı; doğru olan, zarif yaşanmalı.”
Adab-ı muaşeret, yalnızca aileye bırakılmamalı, okul ortamında da yaşanarak gösterilmelidir.
Selamlaşma adabı, söz kesmeden dinleme, mekânı kullanma incelikleri, tebessüm etmekten yürüyüşe kadar süzülen letafet… bunların hepsi, zevk-i selîmin görünür hâlleridir.
Bu anlayışla şekillenen bir eğitim ortamında öğrenciler, bilgiyle ve zarafetle donanmış erdemli insanlar olarak yetişecektir.
BİLGİDEN HİKMETE, ŞAHSİYETTEN TEMSİLE: BİR İNSAN MEKTEBİ
Bilgiyle başlayan, arınmayla derinleşen ve zarafetle kemâle eren bu yolculuk; insanı sadece bilgili değil, aynı zamanda hikmetli, şefkatli ve zarif gönül taşıyan örnek bir şahsiyet hâline getirir. Bu yolculukta her durak, bir inşa alanıdır:Aklın inşası için ilim ve marifet,Kalbin inşası için tezkiye ve irfan,Duruşun ve davranışların inşası için ise edep ve zarafet gerekir.
İnsan bu üç boyutu bir araya getirdiğinde hem kendi şahsiyetini hem de çevresini inşa eder; çünkü akl-ı selîm ile düşünen ve anlayan, kalb-i selîm ile duyan ve yaklaşan, zevk-i selîm ile yaşayan ve örnek olan erdemli insanlar, toplumun huzuruna ve iyiliklerin hakim olmasına vesile olurlar.
Hakikatle irtibat kurmuş bir akıl, arınmış bir kalp ve zarafetle yoğrulmuş bir beden... İşte bu, insanı ahlakta kemâle, temsil sorumluluğuna ve örnekliğe taşır; zira bu yolculuğun nihai gayesi, ferdî bir arınma olmakla birlikte çevresine nur saçan ve hâl diliyle öğreten bir insan olmaktır.
Bu ideal, maarif davamızda ve eğitim dünyamızda yeniden hatırlanmayı bekleyen bir mektep tasavvurunu işaret eder. Üstat Nurettin Topçu’nun şu çağrısı, bu yazının bütününü adeta tek bir cümlede özetler niteliktedir:
“Bize bir insan mektebi lazım...Bir mektep ki bizi kendi ruhumuza kavuştursun,her hareketimizin ahlaki değeri olduğunu tanıtsın,hayâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin,her ferdimizi milletimizin tarihi içinde aratsın,vicdanlarımıza her an Allah’ın huzurunda yaşamayı öğretsin.”
"İnsan yetiştirmek en büyük medeniyet projesidir"
İnsanın ihyasından medeniyetin inşasına…
Daha adil ve erdemli bir dünya için: İyilikte ısrar